30 Ekim 2015 Cuma

Aşırı Eğitim (Over-educated) ve Hekimler

Hekimler ilk çağlardan itibaren halka nazaran aşırı eğitimli olmuşlardır. En eski üniversitelerde bulunan en kadim üç bölümden birisidir tıp (diğerleri hukuk ve ilahiyattır). Hekimler, topluma göre aşırı eğitimli oldukları için sadece hasta bakmakla kalmamış, toplumun dinamiklerine ve sorunlarına da kafa yormuşlardır. Tıp eğitiminden elde ettikleri sorgulayıcı, tanılayıcı ve tedavi edici analitik yöntem bilimini toplumsal sorunlara da uygulamışlar, çözümler üretmeye çalışmışlardır. Birçoğu da başarılı olmuştur. Belki de yakın bir tarihe kadar, hekimlerin birçoğunun aynı zamanda düşünür (filozof) olmasının bir nedeni de budur.

"Aşırı" kavramı sürekli tartışılan, sınırları belli edilmeye çalışılan bir kavramdır. Tespit edilmesi genelde göreceli değerlendirmelerle yapılır. Elde olan grup belirli bir özelliğe göre sıralandığında en uçta kalan değerler "aşırı" olarak kabul edilir. Genelde evrensel olarak kabul görmüş bir "aşırı" yoktur. Örneğin, Oscar Wilde "Asla aşırı eğitimli olamazsınız" der. Doğrudur. Bence de, eğitimin sınırı ya da aşırısı yoktur. Ne kadar okusak, eğitim alsak yetersizdir. Ama bu yazıda bahsedilen toplum normlarına göre aşırı eğitimli olmaktır. Toplumun eğitiminin yettiği anlayış seviyesinden birkaç seviye üstte olmaktır, toplum normlarına göre aşırı olmaktır.

Oscar Wilde başka bir yerde ise "Günümüzde iyi eğitimli olmak büyük bir handikaptır. Size birçok kapıyı kapatır" demektedir. İyi eğitimli olmanın açtığı kapılardan ziyade kapattığı kapıları vurgulamaktadır. Hakikaten tıp eğitimi alan hekimleri toplumda sadece hekimlikle sınırlama gibi bir yaklaşım vardır. Oysa birçok hekimde hekim olmaktan fazlası vardır. Felsefe, edebiyat, müzik, sanat, sosyoloji, psikoloji bunlardan sadece birkaçıdır. Düşünceleri her ne kadar sapkın olursa olsun Freud'un psikoloji ve psikiyatri bilimine katkıları tartışılmaz bir gerçektir. Oysa Freud, bir tıp doktorudur.

Tıp sanatını icra eden hekimler eski çağlardan beri uzun süreli yüksek eğitim aldıktan (batıda üniversite, doğuda medrese) ve bir tabibin yanında uzun süreler çıraklık yaptıktan sonra sonra mesleklerini icra edebilir konuma gelmişlerdir. Karşılarında hizmet verdikleri halk ise çoğu okuma yazma bilmeyen bir topluluktur. Günümüzde ülkemizde 8 yıl temel eğitim, 4 yıl lise ve 6 yıl tıp eğitimi ile toplamda en az 18 yılda tıp doktorluğu diploması alınabilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde ise 8 yıl temel eğitim, 4 yıl lise, 4 yıl kolej eğitimi sonrası 4 yıl tıp eğitimi ile 20 yılda alınabilmektedir. Yani bir hekim en az 18 yıl eğitim görmüş bir kişidir. Diğer yandan halkın ortalama eğitimi oldukça düşüktür. 2013 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması'na göre ülkemizdeki erkeklerin ortanca eğitim süresi yaklaşık 7 yıl (6,9 yıl), kadınların ise yaklaşık 5 (4,7) yıldır. Yani Türkiye'de karşımıza çıkan ortalama bir kadın ancak ilkokul mezunu, ortalama bir erkek ise ortaokul 2. sınıfa kadar okumuştur. Yani geçmişten günümüze değişen çok da bir şey yoktur.

Bir hekim en azından 18 yıl eğitim almakta, bunun üzerine birçoğumuz uzmanlık, doktora, yüksek lisans, sertifika eğitimleri, kongreler, ... gibi eğitimsel araçlarla eğitimini artırmaktadır. Halkla aramızda bulunan eğitim açığını daha da artmaktadır. Bu da hekimlerin halkla olan genel ve tıbbi iletişimini zora sokmaktadır. İdeal olarak, halkların eğitim düzeylerinin yüksek olması gerekmektedir. Yani her vatandaş en azından lise mezunu olmalıdır. Genel eğitim tek başına yeterli olmamakta, bu noktada halkın sağlık okur-yazarlığı ön plana çıkmaktadır. Sağlık okur-yazarlığı: "genel okur-yazarlık ile ilişkili olup insanların yaşamları boyunca sağlık hizmetleri ile ilgili konularda kanaat geliştirmek ve karar verebilmek, sağlıklarını korumak, sürdürmek ve geliştirmek, yaşam kalitesini yükseltmek için sağlık ile ilgili bilgi kaynaklarına ulaşabilme, sağlık ile ilgili bilgileri ve mesajları doğru olarak algılama ve anlama konusundaki istekleri ve kapasiteleri" şeklinde tanımlanmaktadır. Halk ile hekimlerin en iyi düzeyle iletişim kurabilmeleri için hekimlerin iletişim becerileri yanında halkın genel okur-yazarlık ve sağlık okur-yazarlığı düzeyleri ve genel iletişim becerisi seviyesi önemlidir. Aksi takdirde halk ve hekimler birbirleriyle anlaşamayacaklardır.

Bu konuda birkaç örnek üzerinde durmak isterim. Kenan Evren Cumhurbaşkanlığı'na çıktığı dönemlerde hekimlere olumsuz bir tutum geliştirmiş, deyim yerinde ise savaş açmıştır. Meslek onurunu zedeleyen birkaç hekim nedeniyle tüm hekimlik camiasını suçlar. O zamanlar Dr. Çağatay Güler, Kenan Evren'e bir cevap olması amacıyla kendi ve çevresindekilerin anılarından derlediği "Asacaksın Bu Doktorları" isimli kitabı yazar ve kendisine gönderir. Kitapta geçen bir olay şu şekildedir: Aileler arasında silahlı kavga çıkmış, ailelerden birisinin bir ferdi yaralanmıştır. Hasta acile getirilir. Kurşun karından girmiş, arka tarafta omuriliğe kadar gelmiş ve omuriliğin üzerinde kalmıştır. Hekim, hastanın genel durumunu değerlendirmekte ve organ yaralanmalarını hesaplamaya çalışmaktadır. Hasta yakınları ise ısrarla kurşunun omurilikte olduğunu, hemen kurşunu oradan alması gerektiği yönünde bastırırlar. Sebep ise filmlerde kurşunla yaralanan kahramanın bıçağı kızdırıp kurşunu çıkarması, zorlu bir uykudan sonra sabah kendine gelmesidir. Oysa gerçek hayat filmlerdeki gibi değildir. Doktor hastanın kan kaybını hesaplamakta, gerekirse sıvı ve kan vermeye çalışmakta, organ yaralanmalarını değerlendirerek gerekli olan cerraha haber vermeye uğraşmaktadır. Hasta yakınlarının gerçekle bağdaşmayan isteklerini kulak ardı etmektedir. Kurşunun çıkartılması en son, en önemsiz iştir çünkü. Kurşunun çıkartılması için baskı yapan hasta yakınları kavga dövüş hastalarını alıp dediklerini dinletebilecekleri bir yere götürmeye çalışırlar. Hasta ise yolda ölür. İşte bu olayda kimdir hastanın katili? Hasta yakınları hekimi suçlamaktadır...
Diğer bir olay ise yakın zamanda kulaklarımla duyduğum bir hadisedir. Bir dizi yapımcısı anlatmaktadır. Dizide bacağından yaralanan kahramana esas kız bir merhem getirir. Ertesi güne kahramanın bacağında bir şey kalmaz diziye göre. Dizinin oynadığı kanalın telefonları kilitlenir birkaç saat sonra. Kahramanın kullandığı merhemin ismini sormak için aramıştır herkes. Çünkü neredeyse her dört kişiden birisi diz ya da bacak ağrısı çekmektedir. Oysa dizi senaryo ürünüdür, böyle bir merhem felan yoktur.

Tüm hekimlerin ve hekimlerle alakalı ileri geri konuşanların okuması gereken bir kitap.

Herkesin bildiği bir sözde der ki: "Cehalet mutluluktur." Bu sözü tersinden düşünelim: "Bilmek mutsuzluktur." Biz hekimler birçok şeyin farkındayız. İnsanlarda, bir bütün olarak halkta, millette ve devlette kötü giden şeylerin, sebeplerinin farkındayız. Her şeyi görüp hiçbir şey yapamamanız eziyetini çekiyoruz, Bundan dolayı da üzgünüz. Hasta yakınlarının gerçek dışı isteklerini yapmadığı için hastasının öleceğini bilerek hastayı göndermek zorunda olan hekimin ruh haleti içerisindeyiz. Yine de "suçlu" ilan edileceğimizi bile bile. Bizler cehaleti değil, bilgiyi ve bilmeyi seçtik. Baştan bu seçimi yaptığımıza göre üzülmeyi ve mutsuzluğu göze almışız demektir. Bizlerin ise tek çaresi halkı da eğitmek, halkın genel okur-yazarlık ve sağlık okur-yazarlık düzeyini artırmaktır. Ondan dolayı hekim arkadaşlarımı hastalıklarla mücadelenin yanında cehaletle, eğitimsizlikle mücadeleye davet ediyorum. Çünkü halkın cehaleti bitmediği sürece bizlerin bu sıkıntısı bitmeyecek.

Bazen bu blogda eğitim imkanlarını paylaşarak siz hekim arkadaşlarıma kötülük mü yapıyorum diye düşünmüyor değilim. Sebebi ise yukarıda yazdığım nedenler. Ama sonrasında, hekimlerin eğitimini artırmanın toplumun cehaletini kırmada bir adım olacağı aklıma geliyor ve rahatlıyorum. Umarım ki, uzun vadede ülkemizdeki cehalet sorununu beraberce yenecek ve güzel günlerde bu güzel ülkemizde beraberce sağlıklı, mutlu ve iyilikle yaşayacağız.

Okuyanların ve aydınlananların şerefine.

Not: Bu yazıya "bazı hekimler de şöyle" diye örnek veren ya da bazıları yüzünden tüm hekimlik mesleğini suçlayan kişiler karşı çıkabilirler. Bağımsız bir gözlemci olarak şunu söyleyebilir ki, hekimler ülkemizdeki en çalışkan, en fedakar, en kapasiteli, en özverili, en becerikli meslek grubudur. İçerisindeki kötü örnekler bunu değiştirmez. Değiştireceğini düşünenler önce kendilerine ve kendi meslek gruplarına baksınlar. En tembel, en çıkarcı, en kapasitesiz, en özverisiz, en beceriksiz kişileri orada göreceklerdir. Hekimlere bakmaya gerek kalmayacaktır. Hekimler arasında tabi ki insanlıktan ve hekimlikten nasibini alamamış kişiler vardır. Bu hekimler gökten inmemiş, maalesef bu toplumun içinden çıkmışlardır. Hekimlerin yozlaşması, toplumun yozlaşmasından farklı bir olgu değildir.

19 Ekim 2015 Pazartesi

Aziz Sancar, MD, PhD ve Nobel

2011 yılının sonundan bu yana MD PhD Türkiye adlı bu blogda tıp doktorları için doktora yani PhD imkanları üzerine durmaya çalışıyoruz. Bu blogun amaçlarından birisi de tıp doktorlarına temel bilimler üzerine çalışma yollarını göstermek ve bu yolda çalışmalarını sağlamaktı. Birkaç hafta önce Prof. Dr. Aziz SANCAR'ın Nobel ödülünü kazanması ne kadar doğru bir yolda olduğumuzu göstermiş oldu. Ondan dolayı Prof. Sancar'la alakalı bir yazı yazmak ve hayatında bazı noktaların üstünü çizmek bir gereklilik oldu.

Prof. Dr. Aziz Sancar

Prof. Sancar, 1946 yılında Mardin'in Savur ilçesinde dünyaya gelir. Babası eğitimli olmasa da eğitime çok değer veren bir insandır. Bunu 1960'lı yıllarda oğlunu üniversite sınavına sokmasından ve İstanbul'a okumaya göndermesinden anlıyoruz.

1963 yılında üniversite sınavına girer ve çok istediği iki bölümden birisi olan tıp fakültesini tercih eder. İstediği diğer bölüm ise Kimyadır. 1963 yılında başladığı İstanbul Tıp Fakültesi'ne başlar. Kimyaya olan ilgisi sayesinde tıp fakültesinde Biyokimya alanına merak sarar. Zamanın biyokimya hocalarının da teşviki ve olumlu etkisiyle daha tıp fakültesi 2. sınıfta iken biyokimya alanında araştırmalar yapmaya ve kendini geliştirmeye başlar. Kendisinin ifadesiyle, İstanbul Tıp Fakültesi Avrupa'nın en iyi tıp fakültelerinden birisidir. Genç yaşta hedefini seçmiş, temel bilimler araştırmacısı olmaya karar vermiş ve bu yolda yürümeye başlamıştır.

Tıbbiyeyi bitirdikten sonra 2 yıl Mardin Savur'da mecburi hizmet yapar. O günleri çok güzel günler olarak hayırla yad eder. Biyokimya alanında "fotoreaktivasyon" konusuna ilgi duyan Sancar, derinlemesine araştırmalar yapmak üzere Dallas'taki Teksas Üniversitesi'nin yolunu tutar. Bu üniversitede "Moleküler Biyoloji" konusunda doktora çalışmalarına başlar.

Doktora sırasında, öncesinden güçlü bir deney tecrübesi olmadığı için kendini deney yapma konusunda geliştirmeye çalışır. Yaptığı deneylerden bir tanesinde ne yaparsa yapsın başarısız olur. Aynı bölümdeki doktora öğrencilerinden birisi "senin deneysel araştırmaya kabiliyetin yok, en iyisi doktorluğa dön" der. Buna rağmen pes etmez ve çalışmaya devam eder. 1977 yılında "fotoliyaz" enziminin işleyişinden sorumlu geni bulduğu başarılı çalışması ile doktorasını alır. Bu enzim üzerinde çalışan 3 araştırma laboratuvarına başvurur ama olumsuz yanıt alır. DNA onarımı çalıştığı Yale Üniversitesi'nde de uygun kadro olmaması nedeniyle "teknisyen" kadrosunu kabul ederek işe ve çalışmaya başlar. Uygun kadro bulunamamasına, mali sıkıntılara rağmen küsmez ve çalışmalarına devam eder. Sonunda Yale Üniversitesi'nden DNA onarımı konusundaki çalışmaları ile Doçentlik tezini tamamlar.

1982 yılından bu yana Kuzey Karolayna Üniversitesi'ne bağlı Chapel Hill Üniversitesi'nde DNA onarımı, hücre dizilimi, kanser tedavisi ve biyolojik saat üzerine çalışmaktadır. Artık bu ana ve büyük dallar arasındaki bağlantılara da odaklanmaktadır ve çalışma odağından şaşmamaktadır. Günde 15 - 16 saat çalıştığı, çok çalıştığı ve izin kullanmadığı için şikayet edildiği söylenir.

Kendi ifadesinde başarısı için “Savur’dayken çok güzel bir ilkokulumuz vardı. Çok iyi, çok fedakâr öğretmenlerimiz vardı. Mardin’deki lisede de aynı şekilde çok iyi öğretmenlerimiz vardı. İstanbul Tıp Fakültesi, Avrupa’nın en iyi üniversitelerinden biriydi. Türkiye’de gerçekten çok iyi bir eğitim gördüm. Bu ödülü, memleketime ve Cumhuriyet devrinin başlattığı eğitime borçluyum.” demektedir. Tabi o zamanın ilkokul ve lise olmak üzere milli eğitimi ve üniversite eğitimi güçlüdür. İdealist olmayı ve idealistleri destekler. Prof. Sancar'ın başarısında bu faktör atlanamaz. Bugün ise milli eğimimiz ve üniversite ortamımız aynı liyakatte değildir. 

Son Söz

Prof. Sancar'ın Nobel Kimya Ödülü'nü alması ve ödülünü ülkesine armağan etmesi bizleri çok sevindirdi. Diğer yandan Prof. Sancar gibi örneklerin ülkemizde çalışma hayatını sürdüren öğretim üyelerinden çıkmaması bizleri üzdü. Umarım ki, gelecekte ülkemizde yapılan bilimsel araştırmalardan da büyük bilimsel ödüller kazanılacaktır. Ayrıca Nobel Kimya Ödülü'nün yanında Nobel Tıp ve Fizyoloji ödülü gibi tıbba özgü ödüllerin de ülkemize gelmesi en büyük dileğimizdir.

Tıp öğrencisi ve tıp doktoru arkadaşlarım. Popüler kültürünün, aile ve toplum baskısının etkisiyle klinik bilimlere yönelen, aslında olması gereken yer temel bilimler olan arkadaşlarımızın yeri klinik değil temel bilimler olmalıdır. Temel bilimlere yönelen arkadaşlarımız hem nitelikli araştırmalar yapacaklar hem de nitelikli tıp öğrencileri yetiştireceklerdir. Yetiştirdikleri tıp öğrencilerine bilim aşkını katacaklar ve tıp fakültesi sıralarından itibaren nitelikli öğrencileri tıpkı Prof. Sancar'da olduğu gibi teşvik edeceklerdir.

Bunun için öncelikle kendimizi ikna etmeliyiz. Prof. Sancar gibi emin adımlarla yürümeliyiz. Daha sonrasında bir şekilde aileye de topluma da açıklanır. Ülkemizin ve tıp fakültelerimizin bilimsel olarak kalkınması siz nitelikli tıp doktorlarının temel bilimlere yönlenmeleri ile mümkündür. Tüm imkansızlıklara rağmen bu yolda yürümeliyiz. Vizyonumuz gelecekte olacağımız yerlerde böyle olmak olmalıdır. Geri kalan  her şey ayrıntıdır.

Soyut olarak yaptığımız konuşmalara somut bir örnek olan Prof. Sancar'a teşekkür ediyorum, kendisini aldığı ödül nedeniyle kutluyorum.

Gelecekte, ülkemizde yapılacak bilimsel araştırmalarla daha nice Nobel ödüllerine.